“Yine de yaşam ve yaşamak, her bir mücadeleye göğüs germek güzel.”
Günümüz dünyasında her birimiz belirli bir yaşa kadar görünmez bir kubbe altında yaşıyoruz ve tam olarak da işte bu kubbenin, ileride yok etmemiz gereken bir kabuk olacağını fark edemiyoruz. Pek azımız bunun farkına varıyor ve bu kabuktan kurtulmak için var gücüyle çabalıyor. Geri kalanlarsa bu “duvarların” esiri olmanın vermiş olduğu konfor ve bu konforun getirdiği derin umutsuzluk içinde debeleniyor.
Bu tıpkı bir yumurtayı anımsatıyor bana. Nasıl ki dışarıdan gelen bir etkiyle kırılan yumurta içindeki “yarı-canlı”nın ölümüyle sonuçlanıyorsa, biz insanların çoğu da can salımızı dışarıda arıyoruz. Akan dereden kurtulmak için sağda solda bulduğumuz köksüz dalların bizlerin kurtuluşu olacağına inanıyoruz. Halbuki gerçek böyle midir? Kurtulmak için öncelikle boğulmak gerekmez mi?
Kurtuluşun dışarıdan geldiği nerede görülmüş? Bu, olsa olsa iki şekilde sonuçlanır:
İlkin, tıpkı yumurta örneği gibi, “ölümümüzle”. En geniş anlamıyla ölmek, hayatta işlevsiz kalmakla eşdeğer tutulabilir. Sürekli başkalarından medet ummak, insanı kısırlaştırır ve yavaş yavaş öldürür.
İkinci olarak bizi geri döndürülemez bir hayal dünyası içine sokar. Bu da tıpkı yeryüzünün iki şekilde hareket etmesine benzetilebilir: Alçalmak ve yükselmek.
Bulunduğun yer alçalıyorsa, yükselmemek alçalmakla eşdeğerdir; ancak hareket etmemesine rağmen bulunduğu yerin yükselmesinden kendine pay biçen, en hafif tabirle, hayalperest bir ahmaktır.
Halbuki biz, yumurtayı içeriden kırınca Doğa’nın “yaşam” denilen kaotik döngüsünün başladığına inananlardanız. Dış dünyaya “yaşamaktan ileri gelen mücadele azmiyle beraber” kafa tutan, ölüm her halükarda varsa, istediğim şekilde yaşayıp mutlu ölmeliyim diyen ve bunu “duvarlarını yıkmak” gibi, adeta ahkam kesercesine ifade eden hilkat garibeleriyiz.
İşte bütün mücadelemiz bu.
24.02.2024 – Antalya